Emperyalist Saldırganlık Derinleşirken Yeni Alevi Siyaseti -Tehlikeler ve Olanaklar-
AHMET KERİM GÜLTEKİN
İsrail Saldırganlığı ve Yeni Alevilik Siyaseti
Son haftalarda dikkat çekici biçimde, özellikle X (eski Twitter) ve Telegram gibi sosyal medya kanallarında (eş zamanlı ortaya çıkan) bazı hesapların kısmen popülerleşen (ya da bilinçli görünürleştirilen) paylaşımlarıyla, yeni bir Alevi siyasetinin boy vermeye başladığını gözlemliyoruz. Genellikle az takipçili bu hesaplarda, çoğunlukla Arap Alevi tarihinden ve kültüründen esinlenilmiş; ancak özellikle Türkiye Alevilerini de içerecek şekilde dizayn edilmiş çeşitli sembollerin, haritaların ve söylemlerin kullanıma sokulduğu anlaşılıyor. Bu söylemlerde Irak–Suriye–İran–Türkiye ekseninde bölgesel yeni bir Alevi kimliğinin inşa edilmeye çalışıldığı, Şiiliğin de kısmen bu kurgunun içine dâhil edildiği ve en önemlisi, İslamcı terörizme karşı İsrail’in “tek kurtarıcı ve samimi müttefik” (!) olarak sunulduğu, devamla, devletlerin birer birer dağıldığı bu süreçte, Alevilerin de ancak kendi devletleriyle kurtulabilecekleri propagandasının yapılması dikkat çekiyor.
Özetle, Alevilerin bugüne kadar yaşadıkları katliamların, baskının ve ayrımcılığın sebepleri olarak; hem sol-sosyalist ya da seküler, sosyal demokrat siyasetle geleneksel yakınlıkları hem de İran ve Lübnan-Hizbullahı gibi Şii direniş ekseni güçlerinin bölgedeki varlığı işaret ediliyor. Bu çerçevede sunulan “çözüm” ise, Alevilerin bu ülkelerin sınırlarını da aşacak biçimde yan yana gelmeleri, kendilerinden başka dostlarının olmadığı ve ancak büyük bir askeri gücün himayesinde (Hristiyanlar gibi diğer azınlıklara ve seküler çevrelere de kucak açacak bir “Alevi devletiyle”) huzur ve güvenlik içinde yaşayabilecekleri yönünde işleniyor. Bu senaryodaki askeri-hegemonik güç ise, (Sünni) İslamcı terörizmle uzlaşmaz çelişkisi olduğu iddia edilen İsrail (!) ve ait olduğu ABD–AB emperyalist bloğu (!).
Aleviliğe ve Alevilere yönelik bu İsrail-yanlısı, çok yönlü ve dikkat çekici ilginin, Mart ayında Suriye’nin sahil şeridindeki başarısız ayaklanma ve onu takip eden korkunç Alevi katliamı sonrasında daha da görünürleştiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar katliamların başladığı ilk aylardaki gibi kitlesel biçimlerde gerçekleşmese de Suriye’nin içerisine itildiği yeni-Orta çağ cehenneminde Aleviler, halen HTŞ’li İslamcı terörist grupların hedefindeki en büyük kesimi oluşturmaktadır. Aylardır sokak ortası infazlar, kaçırmalar, sadist işkenceler, gasp, zorla yerinden etme, açlığa mahkûm bırakma ve özellikle son iki aydır her yaştan Alevi kadınları hedef alan sistematik bir cinsel saldırı dalgası yaşanmaktadır. Suriye Alevi toplumu hem demografik hem fiziki olarak, bilinçli bir politikayla ve tüm dünyanın gözleri önünde yok edilmektedir.
Kuşkusuz ki bu çok ağır tablo, içerisine girilen yeni dönemde, ABD ve İsrail’in önderliğinde yeniden hız kazanan Büyük Ortadoğu Projesi’nin yakıcı gerçekliği içinde, emperyalist odaklarca derhal bir avantaja dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Suriye’de ve diğer bölge ülkelerindeki devrimci (sosyalist) önderlik eksikliğiyle birleşen bu denklemde, can derdine düşmüş çaresiz insanların ve bilinçsiz kitlelerin etnik ve dinsel kimlikler altında yeniden örgütlenmesi, yeni bir yanlış bilinç aşılanması, ayrıştırılması, güvenlik garantisi verilerek biat ettirilmesi ve böylece daha kolay güdülebilir hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu yönelimin nihai hedefi, bölgeyi birbiriyle sürekli savaşan, doğal ve insan kaynakları azgınca sömürülen; iç savaşlara, açlığa, yoksulluğa mahkûm edilmiş; dinci ideolojilere esir düşmüş devletçikler/derebeylikler, savaş ağalıkları ve yağmacı gruplar eliyle (Amerikan filmlerindeki “uygarlık sonrası çöküş-toplumu” fantezilerini andırır biçimde) vahşi bir Karanlık Çağ distopyasına sürüklemektir.
Bu yazıya başlandığı günleri takip eden süreçte, İsrail’in İran’a yönelik saldırısı ve bölgesel savaşın giderek tırmanması, Türkiye’yi bekleyen kaçınılmaz sonuçlarla birlikte değerlendirildiğinde; son yarım asırda tüm NATO operasyonlarının zemininde yeniden ve yeniden kullanılan Alevilik meselesinin, artık bilindik (ve çoğunlukla Alevileri dışlayıcı) ezberlerin ötesine geçilerek ele alınması gerektiği açıktır. Türkiye’nin ve bölgenin geçirdiği büyük sosyolojik ve siyasal dönüşümler ışığında, bu meselenin daha kapsayıcı ve yapıcı temellerde, sosyalist siyasetle yeniden düşünülmesi ve buna uygun politikalar üretilmesi zorunludur, diye düşünüyoruz.
Bu yazı, konuya ilişkin tartışmalara katkı sunabilmek amacıyla kaleme alınmıştır. Çünkü bugün asıl tehlike, Aleviler ve Alevilik adına; İsrail mandacılığına ya da ABD güdümündeki SDG bünyesinde şekillenen “kurtuluş reçeteleri”ne yaslanarak yapılan sosyal medya propagandalarının gittikçe meşrulaşmasıdır. Ancak bu karanlık tablo, öte yandan, Ortadoğu’nun içinde bulunduğu kaotik durumun, Sosyalist Cumhuriyetçi bir seçenek açısından tarihsel olarak nadir görülebilecek devrimci olanaklar barındırdığını da göstermektedir. Bölgemizdeki devletlerin ve büyük merkezi güçlerin dağıldığı ya da geri çekildiği; tüm toplumsal kesimlerin radikal dönüşümlere ikna olduğu, ihtiyaç duyduğu ve hatta kendiliğinden harekete geçtiği dönemlerde, demokratik halk devrimleri ciddi bir olasılık olarak önümüzde durmaktadır. Bu bağlamda, tartıştığımız konu bakımından, Aleviliğin kendine içkin karmaşık yapısı ve Türkiye Alevilerinin ana gövdesini oluşturduğu genel Alevi hareketinin tarihsel gelişimi göz ardı edilmeden yürütülecek fikirlerin daha sağlıklı sonuçlar doğuracağına inanıyor; yazımızı, Alevilik üzerine bazı temel bilgileri de içerecek biçimde, bu çabaya küçük bir katkı olarak sunmak istiyoruz.
Yeni Alevi Siyasetinde Neler Öne Çıkıyor?
Artık hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde anlaşılıyordur ki, ABD–AB bloğunun ileri karakolu İsrail üzerinden; bölgede, 20. yüzyılın başlarında ve ortalarında hem sosyalist devrimlerin hem de çoğunlukla sosyalizan eğilimler barındıran (bünyesinde feodal unsurlar da içeren, küçük burjuvazinin ve asker-sivil devlet bürokrasisinin büyük roller oynadığı) burjuva devrimlerinin kurduğu seküler, kamucu, ulusal devletler, özellikle Sovyet Sosyal Emperyalizminin çözülüşü sonrasında hedef haline getirilmiştir. 1990’ların hemen başlarında başlayan işgal ve ilhaklar neticesinde, bugün Irak ve Suriye, etnik ve dini temelli (tarihsel travmalara dayalı toplumsal dinamikler üzerinden) parçalanmış; ABD–AB emperyalist kampına biat etmiş, yerel derebeyliklerinden farksız küçük fiili-devletçikler yaratılmıştır. Yanı sıra Yugoslavya, Afganistan ve Libya örneklerinde de gördüğümüz üzere, bu strateji, bütün ezilen dünya için öngörülen bir programdır. Halihazırda İran açık savaşın yeni cephe hattıdır.
İkinci olarak, şunu da önemle vurgulamak gerekir ki, artık emperyalist-kapitalizmin geçmiş yüzyıldaki gibi kamucu, modernleşmeci, kalkınmacı vizyonu da yoktur. Burjuvazinin ilericiliği daha eski yüzyıllarda kaybolmuşken; miras bıraktığı modernleşmeci toplum değerleri de sosyalist kampın çözülüşü sonrasında dizginlerinden boşanan Batı emperyalist bloğunun, Trump ya da Elon Musk gibi karakterlerde cisimleşen “nobran, serseri, cahil, popülist ve tehlikeli tipleriyle” birlikte, insanlığın burjuva ve sosyalist devrimlerle kazandığı tüm modern değerleri tersyüz eden bir reddedişle ve yozlaşmayla karşı karşıyadır. En yalın haliyle, Suriye’deki gibi, insanların kalbini canlı canlı söken; sokakları insan mezbahasına çeviren; kadınları kaçırıp tecavüz eden; köle pazarları kuran; her türlü hırsızlık ve gaspla toplumsal birikime el koyarak varlığını sürdüren yağmacı silahlı grupların, tepelerindeki efendileriyle beraber hüküm sürdüğü distopik bir dünyanın kurulduğunu görüyoruz.
Bu kaos coğrafyasının kuruluşunda ise, geçen yüzyılın başındaki gibi emperyalist devletlerin konvansiyonel ordularından ziyade; onların ileri teknolojik savaş aygıtlarıyla desteklenmiş yerel güçleri sahada yer almaktadır. Açıktır ki Irak–Suriye–İran–Türkiye sahasında, (Sünni) Siyasal İslamcılık, emperyalist saldırının (ideolojik ve örgütsel) koçbaşı kuvvetini oluşturmaktadır. Düne kadar Arap dünyasındaki kamucu-seküler son kale olarak Suriye direnişi yükünü omuzlarken; Şii İslamcı cephede ise İran ve Lübnan-Hizbullahı öne çıkmaktaydı. Gelinen aşamada ise saflaşmanın toplumsal dinamikleri daha ziyade dini-ideolojik temelde belirginleşmektedir. Direniş güçleri tablosunda seküler, sosyalist ve devrimci anti-emperyalist kuvvetlerin henüz ciddi bir rolü maalesef görünür değildir.
Bu bağlamda, üçüncü olarak, ABD–İsrail cephesinin Suriye’nin yıkılışıyla birlikte yakaladığı momenti kaçırmamak adına hızlandırdığı saldırı sürecinde; Aleviler başta olmak üzere, bölgedeki azınlık etnik ve/veya dinsel grupların hamiliğine soyunması, kurulacak yeni düzende bu kesimlere güvenli (!) devletçikler veya federatif yapılar önermesi daha anlaşılır hale gelmektedir. Şimdi, bu stratejinin bir parçası olarak, 21. yüzyıl sosyolojisinin ayrılmaz bir gerçekliği (daha doğru bir ifadeyle “gerçeklik yapıcısı”) haline gelen sosyal medya üzerinden, her ne kadar az takipçili olsalar da bazı aktörler aracılığıyla, “İsrail/ABD Alevilerin tek dostu ve kurtarıcısıdır” söyleminin yaygınlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz.
Bugün Suriye’de hâlen süregiden Alevi katliamı üzerinden görünürlük kazanan bu türden Alevilik anlatıları, yalnızca Suriye ve Türkiye Alevilerini değil; Balkanlardan Uzak Asya’ya dek uzanan, ortak kökler ve benzer tarihsel deneyimler paylaşan farklı Alevilik biçimlerini, daha evrenselci bir çatı altında yeniden tanımlamaya yönelmektedir. Öte yandan, Suriye özelinde, emperyalist işgal ve İslamcı terörizm eliyle yeni-Ortaçağ karanlığına sürüklenen toplumsal yapı ve vahşet ortamı içerisinde, Alevilerin güvenliğini çoğunlukla İsrail veya ABD hamiliğinde kurulacak bir “manda yönetimi” altında teminat altına alma (!) yönündeki öneriler dillendirilmektedir. Hatta bazı çevrelerin, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de yaşananların sırasıyla İran ve Türkiye’de de tekrarlanacağı öngörüsüyle, (-ki ABD ve İsrail’in İran saldırısı bu doğrultuda oldukça çarpıcı doğrulamadır) bölgesel bir çöküş sonrası kurulacak “Alevi devleti” senaryolarını, cüretkâr haritalarla birlikte dillendirdikleri de görülmektedir. (*Türkiye’de de benzer haritalar 1990’ların ortalarında, çoğunlukla PKK’ye karşı türetilen Zazaistan, Alevistan gibi isimlerle gündeme gelmişti.)
Alevi Devleti, tarihte (1920–36), I. Dünya Savaşı sonrasında dağılan Osmanlı topraklarının Fransız manda yönetimi altına girmesiyle birlikte, bugünkü Suriye sınırları içinde kurulan kısa ömürlü yönetimlerden biridir. Resmî adıyla “Alevi Devleti” (État des Alaouites), esasen bir Arap Alevi (Nusayri) devletidir ve Arap Aleviliği ile Anadolu’daki Alevi gelenekleri arasında önemli tarihsel, sosyo-kültürel ve teolojik ayrımlar bulunmaktadır. Fransız himayesindeki bu topraklar, 1936 yılında Suriye Cumhuriyeti’ne katılmıştır; ancak her bölge gibi, tarihsel, coğrafi ve demografik dinamikleri ile toplumsal hafızasını hâlâ canlı biçimde taşımaktadır. Şimdi ise dikkat çekici olan, Kürtler gibi, Irak–Suriye–İran–Türkiye sahasına yayılmış durumda, ortak tarihsel-sosyolojik ve güncel siyasal-sembolik kodları paylaşan Alevilerin, bu ortaklaşmayı sağlayacak daha evrenselci yorumlarla, tek bir kimlik grubu olarak öne sürülmesidir. ABD–İsrail cephesinden bakıldığında anlaşılabilir olan bu yaklaşım; hem Suriye’de yaşanan vahşet hem de diğer ülkelerde Alevilerin halen maruz kaldığı ayrımcılık, dışlanma ve şiddet pratikleriyle; sosyalist alternatiflerin ve çözümlerin eksikliğinde karşılık bulabilmektedir ve emperyalist odakların müdahaleleri ile provokasyonları için ciddi bir zemin yaratmaktadır.
Tarihten Güncele Türkiye’de Alevilik Kavramı ve Yeni Bölgesel Durum
Konuyu Türkiye bağlamında ele almadan önce, Alevilik gibi hem tarihsel hem de güncel düzlemde hayli tartışmalı ve çok katmanlı bir kavramın analizinin önem taşıdığı kanaatindeyiz. Burada kullanılan kavramlarla tam olarak neyin kastedildiğinin, okur açısından açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Zira Aleviliğin tanımı üzerine bir uzlaşı bulunmadığı gibi; tersine, başta Avrupa Birliği ve (eski Cumhuriyet’ten AKP rejimine uzanan çizgide) Türkiye devleti olmak üzere, çeşitli aktörlerin müdahaleleriyle şekillenmiş günümüzün çok aktörlü Alevi toplumsal gerçekliği içerisinde, birbiriyle çelişen, hatta kimi zaman manipülatif nitelikler taşıyan çok sayıda söylem ve (toplumda da karşılık bulan) genel geçer bilgiler dolaşımdadır.
Örneğin Türkiye’de Alevilik, yaygın olarak “İslam öncesi Asyatik Türk inançlarıyla (burada Şamanizm kastedilir), yine Türklere özgü Sufi/mistik İslami yorumların bir sentezi” olarak tarif edilir ve bu yaklaşım birçok açıdan problemlidir. Birincisi, bu tür tezler geç-Osmanlı, fakat daha ziyade erken Cumhuriyet dönemine aittir ve İttihat Terakki’den Cumhuriyet’e uzanan bir kesitte kurulan yeni ulusal devletin sosyolojik-kimliği inşa edilirken, elde kalmış nüfusun öngörülen toplumsal kodlara nasıl uydurulabileceği motivasyonuyla kaleme alınmıştır. Geç-Osmanlı (II. Abdülhamit) döneminde, “gayrı-Müslimlere karşı (Sünni) Müslümanların konsolidasyonu” politikası (-ki bu yalnızca Hristiyanları değil, Alevi, Êzidî ve diğer grupları da ölümcül biçimde hedef almıştır); Hamidiye Alayları katliamları ve akabinde 1915 Büyük Ermeni katliamı (yalnızca Doğu cephesi gerisinde isyana kalkışanların değil, elde kalan topraklardaki tüm Hristiyan grupların yok edilmesi, ülkeden zorla atılması, mallarına çökülmesi ile sonuçlanmıştır); ve bu süreçleri Cumhuriyet’le beraber takip eden “Türkçe konuşmayan nüfusa karşı Türkçe konuşan nüfusun konsolidasyonu” (sistematik nüfus mübadeleleri, dil kanunları vb.) , bugünkü Türkiye’nin demografik kodlarının temelini kuran radikal müdahalelerdir ve çoğunlukla da (örneğin 1938 Dersim katliamında olduğu gibi) zor yoluyla hayata geçirilmiştir.
Bu tabloda, Alevilik; Cumhuriyet açısından, Osmanlı’nın ötekileştirdiği Türklüğün, yeniden kurulan Türk ulusal varlığının folklorik ve yaşayan-tarihsel kanıtı olarak değerlendirilmiş; Alevi ritüellerindeki öz Türkçe deyişler ve Türkmen (konar-göçer aşiret) kültürü, bu teorilerin canlı argümanları olarak öne sürülmüştür. Böylelikle, Kurmanci (Kürtçe diye de bilinir) ve Kırmancki (Zazaca diye de isimlendirilir, ancak Kırmancki konuşan Dersimli Alevilerin “Zaza” olarak tanımlanması sorunludur çünkü kendilerini bu şekilde tanımlamazlar; zira Zazaca konuşan nüfusun çoğunluğu Şafi Müslümandır ve kendilerini asla bu grupla bir görmezler) konuşan genişçe bir nüfus, hem Hilafete ve Osmanlı’ya karşı kurulan Cumhuriyet’e kazanılmış hem de nüfusun Türkleştirilmesi tezleri kendi mantıki sonuçlarına ulaştırılmıştır.
Öte yandan, hilafetin devrilmesi ve devlet eliyle Sünni İslam’ın sekülerleştirilmesi, reformlara uğratılması, tarikatların tasfiyesiyle denetiminden devletin idaresine sevk edilmesi ve laik devlet ile toplum sisteminde yeniden konumlandırılması hedefinde, “Arap” unsurların “Türk” unsurlardan ayrıştırılması sorunsalında da bu tür Alevilik tezleri son derece işlevli olmuştur. Sadece Türkçe değil; daha ziyade Kurmanci ve Kırmancki konuşan Alevilerin de “Kürt” değil, aslen “Türk” oldukları yönündeki iddialar ile Bektaşi ve Kızılbaş grupların yeni Türk ulusunun arkaik kültürel geçmişinin temsilcileri olarak sunulması, bu işlevselliğin en parlak örnekleridir. Fakat, aşağıda da değineceğimiz üzere, Alevilik oldukça geniş bir çatı kavramdır ve içinde birbirinden çok farklı etno-kültürel gruplar barındırmaktadır. Dolayısıyla bu türden teoriler, şu haliyle, Alevilere giydirilmek istenen dar bir cekete benzetilebilir. Bu da doğalında ayrışmaları daha da kolaylaştırmaktadır.
Günümüzdeki haliyle, kapsayıcı bir kavram olarak Alevilik, 1990’lı yılların başında Türkiye’de yaşanan bir dizi Alevi katliamı ve şiddet zincirinin (Sivas 1993, Dersim 1994, İstanbul-Gazi ve -Ümraniye 1995) ardından; Türkiye ve Batı Avrupa’da gelişen Alevi hareketlenmesinin tetiklediği geniş çaplı bir politikleşme süreciyle birlikte bugünkü formunu kazanmıştır. Bu sürecin sonunda, Alevilik kavramı Batı Avrupa’da (bağımsız bir dini grup olarak) resmî tanınma, anayasal hak talepleri, yaygın örgütlenme ve uluslararası politikada etkinlik gibi boyutlar kazanırken; Türkiye’de, fiili tanınma, kamusal görünürlük ve toplumsal-siyasal aktörleşmeye karşın, Alevi karşıtı ayrımcılık ve şiddetin sürekliliğiyle birlikte evrim geçirmiş; sonuçta, oldukça geniş kapsama sahip bir “çatı kavram” niteliği kazanmıştır.
Geçtiğimiz yüzyılın sonlarına kadar kamusal görünürlüğü sınırlı olan Trakya ve Anadolu’daki Alevi topluluklar, çoğunlukla ya Tahtacılar, Işıklar, Çepniler, Sıraçlar, Abdallar, Bedreddinîler, Terekemeler, Amucalılar, Nalcılar vd. gibi yerel topluluk adlarıyla; ya da Yörükler, Şavaklar (bir kısmı için), Türkmenler gibi belirli yaşam tarzlarına (konar-göçer hayvancılık) gönderme yapan adlandırmalarla; yahut da Nusayriler (Arapça konuşanlar), Bektaşiler (Türkçe konuşanlar) ve Kızılbaşlar (az sayıda Türkçe konuşan gruplarla beraber, çoğunlukla Kurmanci ve Kırmancki konuşan büyük aşiret ağları) gibi daha kapsayıcı tarihsel-linguistik ve etno-kültürel dinamiklerle tanımlanıyordu. Bu yerel ve tarihsel adlandırmaların ötesine geçilerek, önce Türkiye ve Batı Avrupa diasporasında, şimdilerde ise daha geniş bölgesel veya evrensel bağlamda kullanılmaya başlanan Alevilik kavramının evrimine, Türkiye penceresinden bakmak açıklayıcı olacaktır.
Yanı sıra, yukarıdaki Türkiye odaklı tablonun dışında daha geniş bir Alevi coğrafyası gerçekliğini de dikkate almak gerekecektir: Balkanlar’da (Yunanistan be Bulgaristan gibi ülkeler haricinde özellikle Arnavutluk, Kuzey Makedonya ve Kosova’da) yaşayan Bektaşiler (ki Arnavutluk’taki Bektaşi Tekkesi, Balkan tekkelerini kapsayan yarı-hiyerarşik bir yapıya sahiptir ve Vatikan benzeri bir yasal tanınmayı geçtiğimiz sene kazanmıştır); Irak, İran, Suriye ve Türkiye’ye yayılmış Kürt coğrafyasında yaşayan Kakailer/Yaresanlar (Ehl-i Hak/Ali İlahi kolları) ve Şabaklar (ve hatta Ezidiler); Levant bölgesinde (Suriye, Lübnan, İsrail–Filistin) bulunan Arap Aleviler (Nusayriler); Afganistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Pamir İsmailileri; Türkmenistan merkezli Horasan Türkmen Aleviliği; Hint Alt kıtasından Uzak Doğu’ya uzanan çeşitli Sufi ekoller ile Batı Avrupa’da son 60 yılda oluşan çok ciddi bir Alevi diasporası ve de son yıllarda özellikle kentli–orta sınıf kesimlerde beliren yeni mistik/Sufi eğilimler; bu geniş ve çoğulcu Alevilik evreninin farklı tarihsel, sosyolojik, antropolojik ve kültürel damarlarını oluşturmaktadır. Bugün Alevilik kavramı, bu çok katmanlı yapılar arasında hem ortak bir tecrübenin sembolü hem de modern kimlik ve inanç mücadelelerinin çatısı hâline gelmiştir diyebiliriz.
Türkiye bağlamına geri dönersek; örneğin, son dönemlere kadar en nihayetinde Alevilik ve Bektaşilik başlıkları altında toplanan grupların, sosyal-kurumsal, siyasal-örgütsel, etnik-linguistik ve inançsal örgütlenmeleri açısından yekpare bir bütünlükten ziyade, farklı tarihsel koşullarda biçimlenmiş, farklı toplumsal zeminlerde gelişmiş gruplar toplamı olduğunu görmekteyiz. Her ne kadar Hacı Bektaş-ı Veli figürü çevresinde Anadolu ve Balkanlarda bir ortaklık kurulmuş olsa da örneğin Bektaşilik bağlamında (kendi içinde) Çelebiler ile Babaganlar arasındaki temsil ve meşruiyet mücadelesi, bu çokluk halini özellikle Türkçe ve Balkan dilleri konuşan Aleviler açısından kurumsal düzeyde işaret eder. Aynı şekilde, daha ziyade Kızılbaşlık (çoğunlukla Kurmanci ve Kırmancki konuşanlar) başlığı altında toparlanan Anadolu Aleviliği de kendi içsel örgütlenmesini bağımsız “ocak” (kutsal soylar) sistemi etrafında sürdürmüş; bu sistemde bazı ocaklar Hacıbektaş’taki Dergâh’la organik bağlar kurarken, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki (Dersim ve çevresindeki) birçok Kürt Alevi ocağı ise bağımsızlığını (günümüze dek) koruyarak Çelebilik geleneğinden fiilen ayrışmıştır. Böylece, Alevi–Bektaşi adı altında ifade edilen yapı, yalnızca inançsal değil; aynı zamanda yönetimsel ve etnik çeşitlilik barındıran çok katmanlı bir bütünlük olarak tarihsel (ve de siyasal) bir süreklilik göstermiştir. Bu tarihsel geçmişin mirası, günümüzde Alevi siyasetindeki farklı politik temsillerle yaşamaktadır.
Bugün Alevilik kavramı etrafında şekillenen çağdaş politik kimlik tartışmalarını, bu tarihsel ve yapısal farklılıklar göz önünde bulundurulmadan yürütmek; hem sahadaki çoğulluğu inkâr eden indirgemeci yaklaşımlara hem de çeşitli odaklarca yürütülen kimlik mühendisliği girişimlerine açık kapı bırakmaktadır. Oysa Alevi topluluklarının tarih boyunca kurdukları ilişkiler, bağlı oldukları inanç önderlikleri, ocak silsileleri ve toplumsal konumlanmaları; bugünkü “çatı kimlik” tahayyüllerini anlamlandırmak ve eleştirel biçimde değerlendirebilmek için elzemdir. Dolayısıyla, Aleviliğin gerek Osmanlı–Türkiye modernleşmesi bağlamında, gerekse günümüzde bölgesel jeo-politik planlar çerçevesinde yeniden anlamlandırılma çabaları, bu tarihsel çoklu, katmanlı yapının iç gerilimleriyle birlikte düşünülmelidir.
Bu yapının önemli bir veçhesi de Türkiye Cumhuriyeti ile Aleviler arasında kurulan tarihsel ilişkinin karakteridir. Bektaşi tarikatı mensuplarıyla Kızılbaş ocak sistemine bağlı Aleviler, özellikle Hilafet karşıtı, laiklik yanlısı bir program olarak Cumhuriyet projesini büyük ölçüde desteklemiş; bu bağlamda hem Millî Mücadele sürecinde hem de Cumhuriyet’in ilk dönem reformlarında rejimle büyük ölçüde yan yana durmuştur. Yüzyıllar süren dışlanma, yok sayılma, kitlesel katliamlar ve baskı politikalarının ardından gelen anayasal yurttaşlık statüsü, Aleviler açısından hiç şüphesiz ki tarihsel bir rahatlamayı ifade etmiştir. Geç-Osmanlı döneminde yaşanan Doğu Dersim 1916 ayaklanması ile Cumhuriyet’in erken döneminde yaşanan (Batı Dersim ya da) Koçgiri 1921 ayaklanmalarında Kürt siyasi aktörlerin rolleri belirginken; Dersim 1937 askeri harekâtlarına ve 1938’de yaşanan toplu katliama uzanan süreç, kimi zaman Alevi ya da Kürt isyanı gibi lanse edilse de aslında, 20. yüzyılın ortalarına dek dış dünyadan görece izole kalabilmiş iç-Dersim aşiretlerinin, Cumhuriyetle gelen tarihsel-toplumsal dönüşüme büyük ölçüde yabancı olmaları ve Osmanlı’yla kurdukları denge politikasını, göreceli özerkliklerini sürdürme eğilimlerinin sonucunda şekillenen askeri müdahaleler ve direnişler olarak anlaşılmalıdır. Özellikle 1938’de Dersim’de yürütülen ve binlerce sivilin hayatına mal olan zorla merkezileştirme ve “medenileştirme” operasyonu ile Bektaşi tekkelerinin kapatılması gibi uygulamalar, Alevi toplumunda ciddi hayal kırıklıklarına yol açsa da neticede hâkim eğilim Alevilerce Cumhuriyet’in sahiplenilmesi yönünde gelişmiştir.
Aleviler, özellikle Cumhuriyet’in laiklik, sekülerlik, anayasal yurttaşlık, fırsat eşitliği, kurumsal yargı ve kamucu modernleşme ilkeleriyle temellenmiş yapısıyla büyük ölçüde ittifak içinde olmuş; sola, sosyalist harekete ve seküler muhalefete çoğunlukla yakın durmuşlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden itibaren Türkiye sistem-içi siyasetinin İslamcılık ve ırkçı Türk milliyetçiliği gibi uçlara savrulması, NATO üyeliği ve paramiliter sağın örgütlenmesiyle birlikte Aleviler yeniden hedef haline gelmiş; 1960’ların sonlarından itibaren özellikle Muğla-Ortaca, Maraş, Çorum, Sivas vb. bir dizi katliamlarla açık saldırılara maruz kalmışlardır. Emperyalizm ve işbirlikçileri, yükselen emek hareketini, Alevi kimliğini ötekileştirerek, sağcı-paramiliter tetikçilerine kolay hedef haline getirerek, manipüle etmek ve kendi içinde ayrıştırmak için hedef almıştır. 1989 sonrası küresel dönüşüm süreciyle birlikte, eski Cumhuriyet’in kamusal laiklik ve anayasal eşitlik vaatlerinin dağılması ve yaşanan yoğun saldırı dalgaları neticesinde, Aleviler en başta “güvenlik” kaygısıyla kendi bağımsız örgütlenme hatlarını oluşturmaya başlamış; bu süreçte Alevi Hareketi doğmuş ve aradan geçen 35 yılda, bugünkü daha kapsamlı, evrenselci, çok dilli, bölgesel bağlamları gözeten yeni bir Alevilik kavrayışı ortaya çıkmıştır.
Gelgelelim, 1990’ların başında Sovyet Sosyal Emperyalizminin çöküşüyle birlikte ABD–AB bloğunun, dünyanın geri kalanına (özellikle eski Doğu Bloku ülkelerine ve her iki kamp arasında, tartışmalı ve sorunlu da olsa, nispeten kamucu, sosyal eşitlikçi, seküler toplumsal sistemlere sahip ülkelere) yönelik başlattığı amansız askeri işgal ve ilhaklar, ekonomik yıkımlar ve bu toplumsal sistemlerin, çoğunlukla etnik ve dinsel/mezhepsel kimliklerin, tarihsel gerilimlerin canlandırılmasıyla çözülmesi ve dağıtılması, yeni bir çağa kapı aralamıştır. Yeni “küreselleşme” çağında, sınıf eksenli anlatılar, toplumsal sistem teorileri ve sosyal politikalar; yerlerini “kimlik” odaklı, “çokkültürlü” perspektiflere bırakmıştır. Entelektüel-akademik alandan sahadaki askeri-pratik gelişmelere kadar; 20. yüzyılda kendisini nispeten emperyalist dünyadan ayırabilmiş, şu veya bu oranda uluslaşma-demokratikleşme deneyimleri kazanmış pek çok ülke bu yolla tasfiye edilmiştir. Lübnan, Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve son olarak Suriye, bu uzun listenin yalnızca bazı örnekleridir.
Türkiye’de ise 1990’larda, bir yandan eski Cumhuriyet’in kamucu ekonomi ve kamu düzeni adım adım tasfiye edilirken; diğer yandan geleneksel kamusal-politik sahada Kürt ulusal hareketinin ve Siyasal İslam’ın gelişimi, güçlenmesi ve kademeli olarak iktidara taşınması süreci yaşanmıştır. 1990’ların ilk yarısındaki düşük yoğunluklu iç savaş ve on binlerin hayatına mal olan şiddet sarmalı içinde, Alevi Hareketi; daha ziyade “güvenlik” kaygısıyla sahaya inen büyük Alevi kitlelerinde, yine de ısrarla Cumhuriyet’e (dolayısıyla anayasaya [esasen laikliğe]) vurgu yapan söylemleri ve Alevi-karşıtı ayrımcılığa karşı geliştirdiği demokratik hak talepleriyle belirginleşmiştir.
ABD–AB–İsrail emperyalist kampının Ortadoğu’daki hamleleri ile bu hamlelere karşı konumlanan direniş odaklarına (Suriye, Hizbullah, İran, Yemen vd.) dönük müdahaleleri zaman zaman duraklasa ve geri çekilse de 2000’li yıllarda yeniden ivme kazanmış, hem Türkiye’de hem Suriye’de ne yazık ki önemli başarılar elde etmiştir. Emperyalizmin öngördüğü yeni çok-devlet(çik)li Ortadoğu’nun ihtiyaç duyduğu, etnik ve dinsel-mezhepsel bölünmelerle atomize edilmiş ve birbirine karşı sürekli çatışma hâlinde tutulacak bir sosyoloji, günümüzde hem yeni kimliklerin oluşmasına hem de safların yeniden şekillenmesine neden olmaktadır.
İşte bu çerçevede Alevilik, hem geride kalan 35 yıllık süreçte bir politik kimlik hareketi olarak kendi demokratik hak mücadelesinde geçirdiği evrimle, hem de dışsal gelişmelerin belirlediği yeni sosyolojik zeminlerde değişip dönüşerek büyük bir konsept haline gelmiştir. Bu nedenle günümüzde Alevilik, yalnızca Türkiye’de yaşayan ve Türkçe, Kurmanci (Kürtçe), Kırmancki, Arapça ve diğer dilleri konuşan grupları kapsayan bir kavram değildir. Balkanlar’dan Kafkaslara, Ortadoğu’dan Hint alt kıtasına ve hatta Uzak Asya’ya dek uzanan çok farklı grupları kapsayan bir çatı kavram olarak anlaşılmalıdır.
AKP Türkiye’sinde Alevi Siyaseti
AKP hükümetlerinin iktidara taşındığı 2000’li yılların başından bugüne uzanan süreç, Türkiye’nin siyasal rejiminde köklü bir dönüşümün, daha doğrusu sistemli bir tasfiyenin tarihidir. Bu dönemde, Türkiye devleti yalnızca hükümetler eliyle değil, doğrudan Siyasal İslam’ın kurucu ideolojisi doğrultusunda yeniden yapılandırılmış; devletin askerî, yargı, medya ve eğitim başta olmak üzere tüm kurumsal yapısı tasfiye edilerek, yerlerine İslamcı kadrolar yerleştirilmiştir. Sadece devlet aygıtı değil, toplumun demografik yapısı da ciddi biçimde dönüştürülmüş; göç politikaları, şehirleşme stratejileri ve eğitim sistemindeki müdahaleler yoluyla Türkiye toplumu tarihinin belki de en derin kutuplaşma ve ayrışma sürecine sokulmuştur.
Bu dönüşümün temelleri, 1990’lı yılların koalisyon hükümetleri döneminde zaman zaman ortaya çıkan ama eski Cumhuriyet bürokrasisinin müdahaleleriyle önü kesilen Siyasal İslamcı ataklarla atılmıştı. Ancak asıl kırılma, 2000’li yılların başında ABD–AB bloğunun açık desteğiyle AKP’nin iktidara getirilmesiyle yaşandı. Bu süreçte, 28 Şubat gibi toplumsal meşruiyeti zayıf, yukarıdan dayatmacı müdahalelerle Siyasal İslam’ın önü alınmaya çalışılmış; fakat bu müdahaleler ne sistemin iç çelişkileri çözebilmiş ne de toplumsal dönüşümü durdurabilmiştir. Aksine, AKP iktidarının önünü açan Ergenekon ve Balyoz gibi davalar, eski bürokratik yapının bizzat yargı eliyle tasfiye edilmesini sağlamış; liberal solun “yetmez ama evet” çizgisinde popülerleşen demokrasi söylemleriyle de bu süreç meşrulaştırılmıştır.
Böylece, 2010’lu yılların başında “çözüm süreci” ve “demokratik açılım” adı altında başlatılan yeni evre, yalnızca bir reform dönemi değil; esasen eski Cumhuriyetin seküler, kamucu, ulusalcı mirasını bütünüyle tasfiye etmeyi hedefleyen bir yeniden kuruluş stratejisi olarak sahneye konmuştur. Sözde “demokratikleşme” süreci olarak lanse edilen bu açılımlar, özünde AKP’nin, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerini hedef alan uzun erimli tasfiye stratejisinin bir parçasıydı. Siyasal İslam’ın iktidarı kalıcılaştırmak adına sahneye koyduğu bu büyük tiyatro, liberal çevrelerce alkışlanan süslü reform vaatleriyle meşrulaştırıldı. Oysa tüm bu süreç, AKP’nin, eski Cumhuriyetin tüm günahlarını yüksek sesle dile getirerek gündemi ustalıkla manipüle ettiği bir illüzyona dönüştü. AKP burada yalnızca geçmişi mahkûm etmedi; aynı zamanda yeni rejimin meşrulaşması için toplumun hafızasını ve taleplerini yönlendirmeyi hedefledi.
Tam da bu zemin üzerinde gündeme gelen “Alevi Açılımı”, kamuoyunu uzun süre meşgul eden bir dizi toplantı ve söylem üretimiyle görünür kılındı. Ancak sürecin sonucu, başından itibaren belliydi: Aleviliği asla “ümmetin bir parçası” olarak görmeyen Siyasal İslamcı kadrolar için bu açılım, bir çözüm değil, bir oyalama ve disipline etme mekanizmasıydı. “Yavuz Sultan Selim Köprüsü”nün açılması, Sivas Katliamı davasının zaman aşımıyla düşürülmesi gibi hamlelerle, AKP iktidarı Alevi toplumunun gözünün içine baka baka provokatif mesajlar vermekten çekinmedi. Alevilik, bu zihniyette, düzeltilmesi ve terbiye edilmesi gereken bir “dini sapma” olarak konumlandırıldı.
Bu manipülatif stratejinin belki de en çarpıcı örneği, Erdoğan’ın “Dersim özrü”dür. Ne Almanya’da Nazi suçları karşısında diz çökerek özür dileyen bir başbakanın ahlaki sorumluluğuyla ne de ciddi bir yüzleşme niyetiyle ilgisi olmayan bu çıkışın hedefinde yıkmaya çalıştığı rejimi kriminalize etmek ve mevcut muhalefeti felç etmek vardı. Böylece, Cumhuriyetin suçları bahane edilerek, Cumhuriyetin meşruiyeti örseleniyor, toplum daha da keskin biçimde ayrıştırılıyordu. AKP’nin övündüğü gündem mühendisliği, yalnızca bu gibi çıkışlarla değil, manipülatif söylemlerle de ilerledi. Aleviliğin bir inanç mı, bir kültür mü, bir siyasal kimlik mi olduğu yönündeki sonsuz tartışmalar; Erdoğan’ın zaman zaman sahaya sürdüğü “Alevisiz Aleviler” türü açıklamalar; Aleviliğin İslam içi mi dışı mı olduğu yönündeki bitmeyen sorular; tüm bu söylemler, Alevilik içindeki çoğulluğu parçalamayı ve yönlendirmeyi amaçlıyordu. Alevilik–İslam, Alevilik–etnisite (Türk, Kürt, Arap vd.) eksenlerinde üretilen bu ikilikler, hem Alevi hareketinin kendi iç çelişkilerini görünür kılıyor hem de AKP’nin bu katmanlı yapıyı manipüle etme niyetinin en çarpıcı yansımalarıdır.
Hiç kuşkusuz, Alevi meselesinde Avrupa Birliği de belirleyici aktörlerden biridir. Bugün artık 60 yılı aşkın bir süredir Avrupa’da yaşayan Alevi topluluklar, yalnızca “göçmen işçi” kimliğiyle değil, kalıcı, kurumsal ve kuşaklararası bir toplumsal gerçekliktir. Özellikle Almanca konuşulan ülkelerde artık ebeveynleri de Avrupa’da doğmuş bir üçüncü kuşaktan söz ediyoruz; bu kuşak artık sadece göçmen değil, “yerli Avrupalı” sayılabilecek Alman-Alevi gibi kimliklerin taşıyıcısıdır. Bu dönüşüm, Alevilerin dini tanınma, eğitim ve örgütlenme gibi alanlarda önemli kazanımlar elde etmesini de beraberinde getirmiştir. Nitekim Almanya’da Alevilik, anayasal düzeyde tanınan bir inanç grubu hâline gelmiş, devlet destekli Alevi din dersleri başlatılmış ve kamusal alanda görünürlükleri ciddi biçimde artmıştır. Ancak bu kazanımlar, her ne kadar laiklik ve çokkültürlülük ilkeleri çerçevesinde sunulsa da AB ülkelerinin Alevi toplumuna duyduğu ilginin ardında yalnızca “inanç özgürlüğü”nü savunma motivasyonu değil, aynı zamanda Ortadoğu politikalarını meşrulaştırma ve içerideki dengeleri yeniden dizayn etme gibi jeopolitik ve kültürel hedefler de yatmaktadır. Kısacası Avrupa, Alevileri hak temelli bir motivasyonla değil; kendi çıkarları doğrultusunda, “ılımlı İslam” kurgularına veya Sünni-İslamcı radikal hareketlere karşı bir denge unsuru olarak desteklemekte; böylece Alevilik, Batı’nın doğrudan müdahil olduğu küresel kimlik siyasetinde yeniden tanımlanmaktadır.
Kuşkusuz, Alevilik eksenli tartışmalar ve zaman zaman “uç” olarak nitelenen fikirler Türkiye’nin gündeminde yeni değildir. Ancak özellikle 2016’daki darbe girişimi ve ardından 2017’de hayata geçirilen başkanlık rejimiyle birlikte, AKP iktidarı sistem-içi siyasetin tüm fren mekanizmalarını ortadan kaldırmış; eski Cumhuriyet rejimini tarihe gömdüğünü ilan eden bir otoriter düzene geçmiştir. Bu süreçte iç politikada mezhepçi, dış politikada ise yayılmacı ve vekâlet savaşlarına dayalı yeni bir çizgi belirginleşmiştir. Bu yeni hatta, Alevilik hem içeride hem dışarıda yeniden tanımlanması ve kontrol altına alınması gereken siyasal bir mesele hâline getirilmiştir. Öyle ki, entelektüel camiada ve medyada “siyasal İslam” kavramına karşı üretilmiş bir tür “karşı-öteki” olarak “siyasal Alevilik” söylemi başarıyla dolaşıma sokulmuş; bu da özellikle son seçimlerde, örneğin Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı sürecinde, Aleviliğin, AKP eliyle, kimliksel kutuplaşma nesnesine dönüştürülmesine zemin hazırlamıştır.
Suriye’nin yıkımıyla birlikte şekillenen yeni bölgesel denklemde, Alevilik (ve genel planda Şii İslam), emperyalist savaş stratejilerinde merkezî bir siyasal unsur hâline gelmiştir. Suriye’deki meşru hükümetin ABD–İsrail–Türkiye (Saray) ittifakı eliyle hem içeriden çürütülerek hem de HTŞ gibi cihatçı yapılar üzerinden doğrudan saldırılarla yıkılması, yalnızca bir devletin çöküşünü değil, aynı zamanda Alevileri de içine alan çok daha geniş bir saflaşmanın habercisi olmuştur. Bugün bölgede, bir yanda bu emperyal eksende yer alan Sünni siyasal İslamcılar, Selefi–Vahabi gruplar ve onların müttefikleri; diğer yanda ise Şii İslam’ın taşıyıcısı olan İran, Hizbullah (Lübnan), Yemen’deki direniş güçleri ile Aleviler, Dürziler, Hristiyanlar ve çeşitli seküler çevrelerden oluşan yeni bir direniş hattı şekillenmektedir. Bu yeni saflaşmada, Alevilik yalnızca teolojik bir gelenek olarak değil; aynı zamanda hem içeride hem dışarıda mezhep eksenli kutuplaşmaların hedef tahtasına oturtulmuş bir toplumsal ve siyasal özne olarak belirmektedir.
Bu tabloyu en açık şekilde gözler önüne seren örneklerden biri, Suriye’nin Lazkiye bölgesinde, daha birkaç ay önce on binin üzerinde insanın katledildiği bir dönemin hemen ardından, Türkiye Diyanet İşleri Bakanı’nın bizzat giderek “Yavuz Sultan Selim Kuran Kursu” açmasıdır. Bu sembolik ama son derece provokatif hamle, AKP’nin artık cehalet ya da diplomatik hatalarla değil, açık biçimde mezhepçi savaşlara taraf olarak ve ideolojik tercihlerini ilan ederek hareket ettiğini göstermektedir. Türkiye toplumu ve siyasal kuvvetleri açısından bu gerçeklik artık tüm çıplaklığıyla ortadadır.
Tüm bu tablo, Türkiye’nin tarihsel olarak hiç olmadığı kadar büyük bir yıkımın eşiğine geldiğini göstermektedir. Siyasal İslam, yalnızca kültürel ya da ideolojik bir yönelim değil; yaklaşık 30 yılı aşkın süredir devletin tüm dokularına sirayet etmiş bir yeniden kurma stratejisi olarak Türkiye’yi köklü biçimde dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, sadece içeride “ele geçirme” yöntemiyle değil; dışarıda yaşanan sistematik çözüntülerle de paralel ilerlemiştir. Yugoslavya’dan Balkanlar’a, Irak’tan Libya’ya, Suriye’ye uzanan geniş coğrafyada yürütülen emperyalist operasyonlarda, siyasal İslamcılık ve ona bağlı paramiliter yapılar, emperyalist kampın sahadaki “koçbaşı kuvvetleri” olarak işlev görmüştür. Türkiye, bu yıkım zincirine, içeriden ele geçirilmiş bir devlet mekanizmasıyla dahil olmuş; çevresindeki her jeopolitik çözülmeye doğrudan müdahil olmuş, aynı zamanda kendi iç siyasal yapısını da aşırı kırılganlaştırmıştır.
Bugün Türkiye ordusu ve bürokrasisi, neoliberal ve mezhepçi yıkımın ardından, dış müdahalelere açık, zayıflamış bir yapıdadır. NATO, hiç olmadığı kadar doğrudan ve geniş çaplı bölgesel müdahaleleri örgütleyebilecek bir zemine kavuşmuş durumdadır. Bu kritik eşikte, Aleviler tarihsel olarak olduğu gibi yeniden potansiyel hedef grubu hâline getirilmiştir. Özellikle Suriye savaşı ve güncel bölgesel gelişmelerle birlikte, Alevilik etrafında kurulacak büyük provokasyonlar (tıpkı Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de olduğu gibi) yeni çatışmaların fitilini ateşleyebilecek niteliktedir. Geçtiğimiz günlerde Şam’da bir kilisede patlayan bombaların, yarın Türkiye’de bir cemevini hedef alması ihtimali, artık bir kaygı değil; emperyalist yönlendirmelerin çok yönlü olarak kışkırtabileceği somut ve tehlikeli bir senaryo olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye’deki parçalanmış, kutuplaşmış ve güven duygusunu büyük ölçüde yitirmiş toplumsal yapı, böylesi provokasyonlar için fazlasıyla uygun bir zemin sunmaktadır.
Tehlikeler ve Olanaklar Işığında Sosyalist Cumhuriyetçi Programın Alevilik Politikası Üzerine Düşünceler
Bütün bu karanlık tabloya rağmen, Türkiye’de ve bölgede özellikle son birkaç yılda Alevilik üzerinden doğan dikkat çekici yeni bir karşı-kuvvetin izleri de gözlemlenmektedir. Her ne kadar hâlen yeterince görünür ve örgütlü olmasa da bu yeni yönelimin kültürel ve sembolik düzlemde dışavurumları giderek çoğalmaktadır. İzmir’de bir fabrika bahçesinde ortaya çıkan ve sosyal medyada geniş yankı uyandıran “geyik olayı” gibi örnekler, sadece folklorik birer anekdot değil; Anadolu halk kültüründe “geyik” figürüne atfedilen mistik anlamlar (örneğin büyük değişimlerin, huzurun ve dirilişin habercisi olması) üzerinden günümüz siyasal gerçekliğine dönük simgesel mesajlar olarak okunmalıdır. Bu örnekler, toplumun kolektif bilinçaltında biriken bastırılmış değişim arzusunun, kültürel-mitolojik temsiller aracılığıyla dışa vurulduğuna işaret etmektedir.
Bu bağlamda Alevilik, giderek daha fazla seküler, Türkçe, yerli ve modern bir toplumsal şemsiye olarak sahiplenilmekte; siyasal İslamcılığın Arap kimliği merkezli, zengin–küstah–yabancı imgesi karşısında, daha emekçi, yoksul ve ezilen “biz” tanımının kültürel taşıyıcısı hâline gelmektedir. Tesettür, sarık, cübbe, tarikat gibi Sünni–İslamcı görsel sembollere karşılık; kadın-özgürlük-bilimsellik-akılcılık gibi Alevi temsilleri, kamusal düzeyde daha seküler, daha “bizden” olan kodlar olarak belirginleşmektedir. Ancak burada dikkatli olunmalıdır: Bu yükselen eğilim, doğrudan bir Alevilik hareketi olarak tanımlanamaz. Aksine, Mart 2025’teki kitlesel toplumsal eylemlerde de görüldüğü üzere, bu daha çok Türkiye toplumunun bastırılmış dönüşüm ve adalet arayışının kültürel-dinsel planda açığa çıkışı olarak tartışılabilir. Yine de Alevilik, bu arayışta hem tarihsel adaletsizliklere karşı isyanın, başkaldırının sembolü hem de eşitlikçi bir gelecek tahayyülünün taşıyıcısı hâline gelmektedir.
İslam uygarlığı, 9–11. yüzyıllar arasında yaşadığı kültürel ilerleme ve düşünsel derinliği, takip eden yüzyıllarda giderek yitirmiş; özellikle günümüzde, “Siyasal İslamcılık” biçiminde emperyalizmin yıkım, sömürü ve savaş düzenine eklemlenmiş hâliyle bütünüyle (emperyalist-kapitalist sistemin tüm modernleşmeci değerlerden vazgeçtiği bir momentte) parlak bir yıkıcı odağa/partnere dönüşmüştür. Alevilik ise, tam bu noktada, ilginç ve çarpıcı biçimde, bir tür seküler kamucu aydınlanmacı dinselliğin/spiritüelliğin talebin simgesi hâline gelmektedir. Siyasal İslam’ın temsil ettiği gericilik, cihatçılık, sömürü ve yıkıma karşı; Alevilik tarihsel belleğiyle, halkçı, barışçıl ve eşitlikçi damarlarıyla, bu toprakların yerli ve toplumcu dinsel alternatiflerinden biri olarak yeniden anlam kazanmaktadır.
Bugün Türkiye artık hiçbir sistem içi çözüm mekanizmasının işlemediği, kurumsal meşruiyetin çöktüğü bir rejimle karşı karşıyadır. Çevremizdeki ülkeler birer birer bölgesel savaşlarla yıkılmışken (Irak, Suriye, Libya) şimdi İran emperyal saldırıların yeni hedefidir ve çok geçmeden Türkiye de bu savaş sarmalına öyle ya da böyle sürüklenecektir. AKP, artık seçim veya hukuk yoluyla iktidarı bırakmayacağını açıkça ilan etmiş; meşruiyetini toplumsal rıza değil, açık baskı ve provokasyonlarla tesis etmeye yönelmiştir. Bu koşullar altında sosyalist cumhuriyetçi bir seçenek yalnızca bir temenni değil; toplumsal barış ve geleceğin inşası açısından tarihsel bir zorunluluktur.
Böylesi bir yeniden kuruluş süreci, ancak demokratik bir halk anayasasının inşasıyla, demokratik devrimle, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere tarihsel olarak dışlanmış tüm toplumsal kesimlerin haklarını anayasal güvenceye kavuşturarak, tam-demokratik hak eşitliği ve yurttaşlık temelinde bütün bir toplumu sosyalist çerçevede yeniden kurmakla mümkündür. Demokratik halk anayasası, yalnızca kültürel çeşitliliği değil; aynı zamanda sınıfsal eşitsizlikleri, bölgesel adaletsizlikleri ve temsiliyet krizlerini de gözeten kamucu, bilimsel ve halkçı bir yönelimi içermelidir.
Bu nedenle sosyalist siyaset, Alevilik meselesini yüzeysel hoşgörü söylemleriyle geçiştiremez; Sünni-İslami pratiklere (sırf çoğunluk diye) halkçılık adına göz kırparken, Alevi gerçekliğinin üstünden atlayamaz; aynı şekilde “kimlikçilik” gerekçesiyle toptan dışlayıcı ve küçümseyici tavırlarla da yaklaşamaz. Bugün yapılması gereken, anti-emperyalist bir zeminde, tüm toplumsal kesimlerin eşit, özgür ve güvenli biçimde bir arada yaşayabileceği sosyalist Cumhuriyeti siyasetin içinden örebilmektir. Alevilere ya da Kürtlere, emperyalizmin maşası, kuklası ya da oyuncağı gibi yakıştırmalarla yaklaşmak, kolaycı ve sığ bir bakış açısıdır. Aksine, bölgesel direniş kuvvetlerini, halkların haklı taleplerini ve olası bölgesel-devletlerarası, -güçlerarası dayanışma biçimlerini dikkate alan, kalkınmayı ve barışı hedefleyen politikaları cesaretle savunmak gerekmektedir. Daha önce Mehmet Bedri Gültekin’in de “Batı Asya Birliği Beş Ülke Beş Deniz” çalışmasında dikkat çektiği gibi, halkların güvenlik ve refahını dikkate alan bölgesel iş birlikleri, sosyalist bir Cumhuriyet programının yalnızca iç barışının değil, dış siyasetteki direncinin de teminatı olacaktır.
Bu yazı yarinlar.com.tr'den alınmıştır.